İnsan hayatında tesadüfmüş gibi yaşanılan bazı tevafuklar vardır ki bütün değer yargılarını, inançlarını hatta yaşamının istikametini değiştirebilir. Bu tevafuklar genellikle o an için ayeti kerimede mealen “Sizin hayır bildiğinizde şer, şer bildiğinizde de hayır vardır. Allah bilir siz bilemezsiniz.” ifade edildiği gibi biz bunu o AN için nefsimize ağır geldiğinden “şer” gibi algılayabiliriz ancak Allah (c.c.) vadi gereği onun bizim için nasıl bir hayra vesile olacağını ancak kendisi bilir ve zamanla bize de gösterir. Elbette bu durumun tersi de söz konusudur. Bu gün sizlere anlatacağım ve benim ruhumda çok derin bir iz barakan ve hayatımda bazı değerleri yeniden, yeniden gözden geçirerek korkunç tabularımı yıkmama vesile olan bir hadiseyi sizlere kısaca anlatmaya çalışacağım.
Ülkemizin en yoğun acılara gark olduğu o korkun 1999 depreminden sadece birkaç ay sonrası idi. Benimde rahatsızlığımın en yoğun olduğu, canımla terbiye edildiğim bir zamandı. Aksaray ilinde Bölge Trafik Şube Müdürlüğünde çok yoğun bir yol olan Anana yolu ekibinde bir arkadaşımla birlikte görevli idik. Bir ihbar üzerine gece saat 02- 03 sıralarında Adana istikametinden gelen bir aracın plakası verilerek kaçakçılık ekibi ile takip edip almamız emrolundu. Biz tertibatımızı aldıktan on on beş dakika sonra malum araç geldi ve henüz kaçakçılık ekibi gelmediği için aracı biz durdurduk ve ihbar üzerine kişileri ve aracı aradık araçta ihbar edilen tarihi değerleri çok yüksek eski el yazması kitaplar ele geçirdik. Araçta birisi yaşlı diğeri genç iki kişi vardı. Genç olan aracın sürücüsü idi ve sonradan anladık ki ihtiyar olanın damadı imiş. Elbette başarılı bir görev yapmış, önemli bir tarihi eser kaçakçısını yakalamışız gibi sevinerek gelen ekiplerle birlikte tüm işlemlerini yapıp, tutanaklarımızı tanzim ettik. Bu arada genç olan araç sürücüsü kendini bu durumdan kurtarmak ve aklamak için bu durumlardan hiçbir haberi olmadığını, sadece kayınpederine yardımcı olmak için Gaziantep’e gittiklerini sık sık ağlayarak bağırarak izah etmeye çalışıyordu. Sonradan altmış yedi yaşında olduğunu öğrendiğim hafif sakallı oldukça zayıf ve hasta olduğu her halinden belli olan kayın pederi oldukça sakin, hatta tebessüm ederek olayları izliyor ve son derece kibar bir üslupla şeker hastası olduğunu ve insilülünü bir an önce alması gerektiğini ifade ediyordu. Ama çok başarılı bir iş çıkarmanın nefsani sarhoşluğu içinde biz bu sözü dikkate almıyorduk. Oysa bende şeker hastasıydım ve durumu en iyi ben anlamalıydım.
Emniyetçi kardeşlerimiz bilirler bizim böyle hallerde o kadar çok yazışmalarımız, tutanaklarımız, tespit tutanaklarımız vardır ki bu durum bazen konunun önemine binaen günlerce sürebilir. Sabah saat beş sıralarında bir arkadaşım ihtiyarın bayıldığını söylediğinde, içimde derin ve tiz bir acı hissettim. Bu acı benim vicdanımın sessiz feryadı idi. Adının Nusret olduğunu öğrendiğimiz ve İstanbul’da sahaflık yapan bir beyefendi olduğunu öğrendiğimiz ihtiyarı hemen hastaneye yetiştirdik ama vicdanımdaki acı hala sızılar halinde titreşiyor.
Konuyu çok uzatmayacağım. Yakalanan eserlerin aslında önemli ve değerli el yazları olmasına rağmen kaçakçılıkla bir ilgisi olmadığı ekspertiz ve bilirkişi raporları ile tespit edilerek Nusret amcamızın serbest kalması tam üç ay sürdü. Sonunda kendisini kasten ihbar edenler ve damadının bulunduğu son mahkemede olayın ilk tutanaklarını tutan memurlar olarak bizde bulunduk. Hâkim Nusret amcamıza bu şahıslar sana iftara atarak mağduriyetine sebep oldular. Doğal olarak haklarında kamu davası açılacak. Sende onlardan davacımsın? “ Diye sorunca; yüzünde yine aynı gülümseyişle tam bir İstanbul beyefendisi nezaketi ile, “Hayır efendim, ben hiç kimseden davacı değilim. Var ise hakkımı herkese helal ettim. Yalnız üç şeye çok üzüldüm izninizle sadece onları beyan etmek ve izninizle buralardan gitmek istiyorum.” Dedi. Hâkim, zaten nezaketi ile herkesi büyüleyen, sanki bizim dünyamıza ait olmayan bu amcaya; Tabii ki buyurun lütfen diye söz hakkı verdi. “ Bir müddet durduktan sonra, “Bana iftira atanlara, tuzak kuranlara hiçbir diyeceim yok. Hakkımı hepsine helal ediyorum. Ancak ilk yakalandığımızda şekerim kontrolden çıktığında, görevli ekibe tam yedi defa insilün kullanmam gerektiğini söylememe rağmen beni hiç duymadılar. İkincisi damadımın kendisini kurtarmak için beni nasıl sattığını izlemek çok ağır geldi. Üçüncüsü de bu eski kitapları değerlendirecek bir kurulun ancak üç ayda teşkil edildiği bir ülkede yaşamak bana çok ağır geldi.” Salonda buz gibi sessizlik ne kadar sürdü bilmiyorum ama bu ihtiyar hepimizi toptan mahkûm etmişti.
Hâkim son olarak neden bu insanları affettiğini bir daha sorarak yoksa korkuyor musun? Deyince, Boynunu büyük bir tevazu ve mahcubiyetle bükerek hafif bir ses tonu ile “Efendim affedin lütfen Müslüman Allah’san başka bir kimseden korkmaz. Şükürler olsun ki ben bir Müslümanım ve ümmeti olmaktan şeref duyduğumuz Muhammet Mustafa (s.a.v.) min güzel ahlakına talibim. O ki dünyada en çok sevdiği amcası, şehitlerin efendisi Hz. Hamza’yı şehit eten Hz. Vahşiyi affetmişken, bizim affetmemek gibi bir haddimiz olamaz.” Dedi.
Hz. Ali efendimizin buyurduğu gibi dünya hayatı ibret içinse; Akıl, müminin dostu; ilim, veziri; sabır, ordusunun komutanı; amel ise temsilcisidir. Dediğinin de bir hikmeti olmalı. Bu hadise benim vicdanımda hala sızı olarak dururken, verdiği dersleri rehberim oldu. Rabbimize hamd olsun ki, nefsimin hışmından İBRET ALMAYA hala çok muhtaç olduğumu biliyorum.